13 Mayıs 2014 Salı

RESTAURANT GEZMELERİ

Yoğun geçen bir günün yorgunluğu ve stresini en iyi şekilde atmak için kesin ve kesin bir tek yol vardır. Evde yenilecek akşam yemeğinden sonra kendini koltuğa gömüp ayakları televizyon hizasına uzatıp yayılmak. Fakat sevgilinizden gelecek olan alternatif istek ve teklifler doğrultusunda kendinizi bir anda sokak gezmelerinde bulabilirsiniz. Bu tür gezmeler yorgunluğunuzu 2 katına çıkarttığı gibi, hem bedeninize hem de cüzdanınıza yansıması nedeniyle çokta sevimli değildirler.

            İşten eve zar zor döndürdüğüm bedenimi evin kapısından içeri atıp derin bir oh çekmeye hazırlanırken, mutfaktan gelmeyen kokular ile şüphelenmeye başladım. Acaba doğalgaz mı kesik ? sevgilim yemek yapmadı mı ? acaba dünden kalan yemeklerimi ısıtacağız ? yada en kötüsü…
Dışarıda mı yiyeceğiz ! ? “Sevgilim ben geldim” diye içeri seslendiğimde karşıma tüm makyajı ve
dekoltesiyle sevgilim çıktı. “Hayrola aşkım nereye gidiyorsun akşam akşam ?” Soruma kızgın gözler ve gayet burberry kokan teniyle “Eee artık bu akşam da dışarıda yiyelim, kaç haftadır bir yere gittiğimiz yok” cevabını veren sevgilimin karşısında matrix gibi kıvrak olmak adına son hamlemle saldırıyorum. “Ama aşkım çok yorgunum, zaten daha geçenlerde şu ileride kahve içmeye gitmedik mi, hafta sonu gitsek ?” önerime “O kahve içtiğimiz yer kapanalı 3 hafta oldu hatta yerine eczane açıldı.” Cevabını yapıştırdı. Kaçacak yerim yoktu, ne olursa olsun bir yerlerde bir şeyler yenecek ve ardından da kahve içmeye bir yere gidilecekti. Hemen kafamda en ucuz yolla kurtulabileceğim restaurantlar listesi çıktı ama sevgilim benden önce davranıp leventteki bir restauranttan yer ayırtmıştı bile. Hadi ya, her gece magazin programlarına çıkan restaurant mı ? Eyvahhh…Sevgilimin “Aşkım zaten ben çoktan beri merak ediyordum hem görmüş oluruz” önerisine içimden “Çok merak ediyorsan git bak, beni neden sürüklüyorsun” demek isterdim. Bir banyo yapıyorum ve soluğu restaurantta alıyoruz. Kapıda karşılanıp masamıza oturduğumuzda nasıl bir belaya bulaştığımı anlıyorum. Mönü geliyor. Sanırım restaurant diye kuyumcuya geldik, çünkü fiyatlar hiçte yenilecek gibi değil. Garson geliyor ve listedeki “somon üstüne yatırılmış sonra hardal sosuna batırılmış ardından marine edilmiş sebzelerle oxforda eğitime gönderilmiş dana rosto istiyorum…anlaşılan bu kadar detaya para alıyorlar. Zaten hiç anlamam bir mönüde neden bu kadar detay var. Sonuçta gelecek olanı biliyorum, 1 porsiyon köftenin yanında bir sürü sebze. Sevgilim de siparişini veriyor ve restaurantla ilgili konuşmaya başlıyor. Bu restoran  her şeyi feng shuiye göre düzenlenmiş. “O zaman hesaba da feng shui ortak olsun” dediğimde, “zaten senin anlamanı beklemiyordum” cevabı geliyor. Yemeklerimiz geliyor ve doymuyorum. Ardından tatlılarımız geliyor ve doymuyorum. Ardından 4 bardak su içiyorum. Yine doymuyorum. Hesap geliyor ve yediklerim mideme oturuyor. “Hangi kredi kartına kaç taksit yapıyorsunuz” diye şaka yaptığım garsondan hiç tepki gelmiyor. Kredi kartlarımı ninja yıldızı gibi garsona fırlatıp oradan uzaklaşmak istiyorum. “Aşkım istersen ben de yardım edeyim” önerisi sunan sevgilime sadece bakıyorum. Hesabı ödüyoruz ve arabamızın gelmesini bekliyoruz. Arabayı getiren valeye bahşiş veriyorum ama garaj ücretinin 20 ytl olduğunu söylüyor. “Arabayla o kadar tur attın ben senden para istiyor muyum” diyerek pişkinliğe vurup arabaya atlıyoruz. “Aşkım kahveleri de ben ısmarlayayım” diyen sevgilime “ne kahvesi be artık eve dönelim” demek yerine “yok aşkım saçmalama, kahveleri nerede içiyoruz ?” Sorusunu yöneltmemle kendimizi bebekte buluyoruz. Çok lüks bir cafe de kahvelerimizi söylüyoruz, yanında alengirli çubuklar ve kuru pastalar geliyor. Ama hepsi tadımlık, biraz daha istesem başıma gelecekleri biliyorum ve istemiyorum. İki kahve ve alengirli detaylar içinde 50 ytl ödeyip evimize dönüyoruz.
Aşkım son derece mutlu ve halinden gayet memnun. Her 4 dakikada bir aldığım öpücükler de cabası. Öpücükler arasında ufak bir hesap yapıyorum ve akşamüstü eve girdiğimde sevgilimi reddedip evde otursaydım, o çok istediğim taşınabilir DVD yi alabiliyordum. “Hay bin kunduz, neden dolayı dışarı çıktık ki” diye içimden söylenirken kocaman bir öpücük daha alıyorum ve kulağıma kocaman bir “seni seviyorum” fısıltısı alıyorum. Sanırım bu her şeyden daha iyi geliyor.




15 Şubat 2013 Cuma

Neden sinema yapmıyorsun abi !

Hayatın aynasıdır sinema, kah güldürür kah hüzünlendirir, kah talı mıçe !
Esasında absürt olan bu yazıyı yazmam. Sabah kalkar kalkmaz içimde bir his vardı ve o hissin akşam yemeğinde yediğim kuzu etinden olduğunu biliyordum. Neyse !
Türkiye de sinema sektörü çok hızlı ve tam gaz ilerlemekte...de nereye doğru ! cuma günleri vizyona giren filmlere bakıyorum ve elimden geldiğince, en azından haftada 3 kere sinemaya gitmeye özen gösteriyorum...(evimdeki korsan cd ler benden önceki kiracıdan kalmış, kesinlikle bana ait değil !)
Son yıllarda en fazla gişe yapan işlere bakarsak, mizah ağırlıklı işler başı çekiyor. Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar (her ne kadar "Ceren ile Celal" imdb de en kötü film seçilsede, 2.5 milyon barajını aştı), Ata Demirer gibi komedyenler, gişesi 2 milyonun altına düşmeyen ve en azından kafa dağıtacak kadar komik işler yapıyorlar. Ama onun yanında gerçekten komedi sınırlarına bile yaklaşamayan ama sosyal medyada, "Ahahahahah acayip komik bi iş yaptık aman ne olur seyredin, bak yazarken bile gülüyorum" mantığıyla, komik olduğunu inandırılma pazarlama mantığıyla tanıtılan ve gişede patlayan filmlere ne demeli. Sermiyan Midyat'ın "i love you" isimli filmini izleme gafletinde bulunup, 35.dakikadan sonra karanlıkta bileklerini kesmeye kalkanları da gördü bu ülke. Mizah diye geldik, bişey çıktı ! (bişey : tanımlanamayan uçan nesne)
Türk halkı artık absürt mizahın ve kaliteli işin peşinde gidiyor (recep ivedik serisinin milyonlarca izleyici çekmesi de karikatür mizaha iyi bir örnek olmasından kaynaklanmakta...yada Aziz Nesin gerçekten haklıydı !)
Diyeceğim şu ki; Sinemada yada Tiyatroda yada edebiyatta mizah yapmak istiyorsanız, küfür den öte bir şey bulmanız gerek. Bu filmleri yazanlar, çekenler, yapımcılar hiç mi şunu düşünmüyorlar; Bizim film iyi ama bir Tosun Paşa değil !...
İşte bu sorunun cevabını bulduğunuz ve çektiğiniz filmlerde, Türk halkının zekasına saygı gösterdiğiniz sürece çekeceğinizi her iş 3 milyon barajını aşar (bir de başrolde Cem Yılmaz olursa o zaman garanti 3 milyon bunu da unutma sakın !)

Sonuç olarak aklınıza şu soru gelebilir, bugün cuma sinemaya gitsek mi? Tabi ki git, sinema sektörü canlı kalsın ki bundan sonraki her film, bir öncekinden daha iyi olsun (torrent sitesinde gezinme kardeşim, git filme !)

16 Temmuz 2012 Pazartesi

One love'a gittik yaz geldi, biralar bize az geldi !


One love festivale gittik yaz geldi, biralar bize az geldi !

Her yil haziran ayini iple cekerim. Cunku haziran ayi benim icin Efes one love festival ayidir (efes demek yasak ama yinede dedik). Etkinlikler mi dersin, yeme, icme, cimlere yayilma mi dersin ne ararsan var ama en onemlisi de, 2 gun boyunca dunyanin ve Turkiyenin en onemli muzisyenleri ve gruplarini dinleme firsatini bulursun. Kisacasi yil icinde katilip, en cok eglendigim organizasyon denilebilir.

Bu yil da, Milliyet gazetesinin davetlisi olarak katildim. Bak ölümü gör gelmezsen filan diyince bende kiramadim onlari...tamam iste fazla sormayin, Milliyet davet etti dedik...Zaten yil basindan beri, festivalin adi efes one love mi olsun, ekrem abinin acılı lahmacun salonu mu olsun gibi gereksiz polemiklerle festival sabahina kadar geldik. Festivalin baslamasina 30 dakika kalana kadar hersey normal ilerlerken son anda festival alaninda icki satisi yapilmayacagi haberi yayildi. Bu arada son 1 haftadir alibeykoy tarafina yolu dusenler, ana arterlerde asili duran "Eyup te icki festivali istemiyoruz" ve "icki her kotulugun anasidir" yazili pankarti gormuslerdir. Esasinda her kotulugun anasi kumardir diye biliyorum ben...neyse konumuz bu degil.

Tabi ki hakli olarak insanlar tepki gosterdi fakat emir buyuk yerden (burada buyuk yer, olimpos dagi yada kaf daginin ardi olabilir) geldigi icin, eyup belediyesi de bu emre karsi gelemeyip festival alaninda icki satisini yasaklamisti. On bir yildir devam eden ve son bes senedir katildigim, bu ickili calgili cengili organizasyona (birazda onlarin gozuyle bakiyorum olaya) icki fazla gelmisti demek ki.

Cumartesi gunu giden arkadaslarim kapida cilginlar gibi alkol tuketildigini ve 12 ila 20 yas arasi cocuklarin alkol sattiklarini soylediler. İste o anda yapilan hareketin ne kadar dogru oldugunu anladim. Bu ulkede istihdam eksigini, issiz gencleri goren olimpos dagindaki yetkililer, bu yolla genclere bir is imkani sunmuslardi. Fahis fiyata da olsa o gencler orada satis yaparak evlerine ekmek goturmekteydiler. Ustelik bu duruma karsi cikan eyup halkindandilar. Yani ana arterlere "icki festivali istemiyoruz" yazan eyup halkiydilar.  And the oscar goes to eyup halkiydi yani.

Ben ancak pazar aksamı olaya dahil olup saat 6 gibi festival alanina gittim. Giriste elinde tufekle bekleyen polisler ve zabita ekibinin yaninda, "buz gibi soguk bira" bagirislari ile bira satan gencleri gordum. Devlet, hem onlara calisma imkani, hemde koruma saglamisti. İste bize lazim olan buydu, hem de fahis fiyatla satmalarina ragmen isleri gayet iyiydi...iyide iceride neden satilmiyor ulan bu meret diye sordum kendi kendime (ama ic sesimle sordum, hatta o kadar kisik sesle sordum ki, ic sesim bile zor anlasiliyordu !)...konser boyunca yine gencler öpüştü (erkek arkadasi son derece romantik sekilde operken, cantasinda telefon arayan kiz gordum. Bunu bir ara islememiz gerek) yine herkes cilginlar gibi eglendi, yine herkes konserde costu ve yine herkes el ele kol kola gezdi...yani yine herkes ayniydi. Yani bes yildir gittigim organizasyonda yine hersey ayniydi, alkollu yada alkolsuz yine sinirsiz eglenceydi. O halde festival alaninda alkol satilmamasinin izahati neydi, aklim almiyordu, fikrim de almiyordu, ne anlayissiz bi heriftim o anda, tam da “istenilen turden” bir heriftim (olimpos wants me)...

Konser bitti evimize donerken, "eyupte icki festivali istemiyoruz" yazili bez afisin yanindan gectik. Afise daha dikkatli bakinca gordum ki, arkasinda soyle yaziyor; "YERSEN..."

14 Haziran 2012 Perşembe

Bebekte 3-5 tur atarım...


Ne guzel soylemis sanatci sarkisinda, "sevgilimi koluma takarim / bebekte üç beş tur atarim"...iyide sonra ne yaparsin onu da soyleseydin de bizde salak gibi sevgilmizi kolumuza takip, bebek festivaline gitme gafletinde bulunmasaydik !

Pazar sabahlarini cok severim. Erken kalkmama gerek olmamasina rağmen, sabahın köründe ayağa dikilirim ve ev halkinin kalkip bir an önce kahvalti hazırlamasını beklerim. Cumartesi gecesi yatağıma uzanırken de, aynı düşünceler icindeydim, ta ki sevgilimin durtmeleri ile uyanincaya kadar. Sabah 10 gibi sevgilimin dürtmeleri ve yangın sireni kivaminda ki, 1 uzun 1 kisa uyarisi ile uyandim;"Aşşkkııııımmmm....aşkım...Aşşkkııııımmmm....aşkım... Sevgilimin bu uyarisi bir yerden sonra ninni gibi geldigi icin bu seferde hafiften darp uygulamaya basladi;"eee askim hadi kalk ama, bebek festivaline gidelim". “Hay Allahım ya, ne işimiz var bebek festivalinde, Etilerden aşşaa bebek festivali” diyesim vardı ama diyemeden usulca yataktan kalktım. Beni bekleyen mükellef kahvaltı masası da başıma gelecekleri bir anlığına unutmam için hazırlanmış gibiydi.

Kahvaltımı edip, salon koltuğuna uzanmak isterken, tepemden bakan 2 rimel dolusu gözle karşı karşıya gelip, ruj dolusu dudaklardan şunu işitiyorum; “Bebek Festivaline gidilecek, uyuma şimdi”. “yahu bir Pazar sabahım var, onu da trafikte geçirmeyelim...hem bebekte arabayı nereye çekeceğiz” soruma, “ya kenarda bir yere çekeriz” cevabını alıyorum. Bebek...kenar bir yer...otopark...araba için boş yer...hepsini aynı cümlede kullanınca bile ne kadar saçma iken sevgilim buna inanmış halde çıkmamızı bekliyordu. Atladık arabamıza ve yıldırım hızıyla önce zincirlikuyu ardından etiler trafiğine takıldık. Sevgilim yinede halinden memnun bir şekilde radyo kanallarını karıştırmaktaydı. Neyse arnavutköy civarında arabayı bir yere park edip bebeğe yürüme fikrime, “ya bu sıcakta nasıl yürüycezz” karşılığı alıyorum. “Bu sıcakta bebekte ne işimiz var hee” diyesim var ama sabır diyorum. Arabayla bebek civarına yaklaştıkça burnuma tiki kokuları geliyor ve bir bakıyorum ki solumda kırıntı ve midpointin önünde bolca tiki kardeşlerden var. Taktıkları gözlüklerle solar panel olabilecek ablalar, kollarındaki saati gözüme gözüme sokmak isteyen abilerin mekanı bebeğe, hoş gelmiştik. Tabi bu gözlemi yaparken tahmin ettiğiniz gibi trafikteydim. Sevgilim, sürekli sağa sola bakınıp boş yer arayışındayken ben ise “bu karmaşayla mı beni sınıyorsun yarabbim” sorgulamasındaydım.

Bebek Festivalinin yapıldığı alanın önünden geçiyoruz. Alan insan kaynıyor.  Bacalardan çıkan dumanlarda bu kalabalığa eklenince, buyrun GS-FB derbisine kıvamında bir ortam. Tabiki bu zaman zarfında da hala arabamıza yer arıyoruz. ,İspark’a ait bir alanın önünde takriben 25 dakika bekledikten sonra, içeriden gelen görevli “yerimiz yok abicim” dedi. İşte o anda insanlar nasıl 3. Sayfaya haber olup, flash tv de konulu dizilere konu başlığı oluyor anladım. Sinir katsayım yükseldikçe, sevgilim önerilerime daha çok uymaya başladı. Bebek badem ezmecisinin vitrine doğru ani bir dönüş yapıp ters istikamete doğru gitmeye başlıyoruz. Bu arada Lucca nın önünde bekleyen şuursuz kalabalığı hürmetle selamlıyorum (yolun ortasında durup sohbet eden adamı nasıl selamlayabilirim ki).

Bebek Festivaline gitmek başlı başına bir festivale dönüşmüşken ve biz arabadan inmeden dayak yemiş gibi olmuşken, soluğu Etilere çıkan akmerkez yokuşunun orada bir çay bahçesinde alıyoruz. Karşımda İstanbul boğazı, yanımda festival mağduru sevgilim, elimde de lipton ice tea (eee tiki olucaz o kadar)...ohhh be, esas festival burada vatandaş, geeellll...

17 Şubat 2011 Perşembe

FALA İNANMA, FALSIZ DA KALMA !


            Kadınlar bu kahve falından ne anlar bilmiyorum ama ben oldum olası inanmam. Ufacık fincanda dünyanın havadisini görüp birde gelecekten bahsetmezler mi gülmemek içi zor tutarım kendimi.

            Sıcak bir cumartesi akşamı daha. Sevgilimle beraber Beyoğlu balık pazarından deniz börülcesi alıp eve dönüyoruz. “Aşkım istersen bir şeyler içip öyle gidelim” demem ile sevgilimin aklında şimşekler çakıyor ve “Aaa aşkım şu ileride kahve falı bakılan cafeler varmış oraya gidelim mi?” diye bir fikir atıyor. “Ya aşkım ne işimiz var fal filan şimdi” demem ile “toplam 5 dakika sürmeyecek hadi naz yapma” diyen sevgilimden kocaman bir öpücük alıyorum. Nasıl olsa bir kahve içip kalkarız ne olabilir ki. “Ne tarafta hayatım?” sorumdan sonra begüm adındaki arkadaş aranıyor ve yerin adresini alır almaz kendimi Beyoğlunun arka sokaklarında buluyorum. Allahım sevgilimin üstünde askılı bir bluz ve kapri pantalonu var. Arka sokaklarda ise mizah dergilerinden fırlamışçasına vahşi duran karakterler bize bakıyorlar. Yürüyüşü yampiri yampiri yapıp, kendime külhanbeyi havası katmaya ve bir yandan da nereye doğru gittiğimizi anlamaya çalışıyorum. Bir anda çukurcumaya yakın bir yerde sevgilim “heh işte burası” diyor ve bir binaya girip uzun bir koridordan geçip sigara dumanı dolu bir salona giriyoruz. Ahaaa işte kahve yuvası. Geldiğimiz yol ve girdiğimiz binayı düşününce 5 dakikaya kadar polis baskını yeriz ve tutuklanırız diyerek şükrediyorum. Duvarda ying yang afişi, sağda solda buda bibloları. Başımıza buda’mı gelecekti derken bir masaya oturuyoruz ve kahvelerimiz geliyor. Kahveyi içmem ile daha önceden obsesyonlarımın da birikimi sonucu hafif bir panik atak geçiriyorum. “Aşkım iyi misin? Bir şeyin yok ya” diye soran sevgilime sadece 5 lik simit kadar sırıtabiliyorum. “Aşkım ne diye fala inanıyorsun ki, sonuçta içtiğin kahvenin telvesi doğaçlama şekiller bırakıyor” dediğimde aldığım cevap “sakın öyle deme. Kahve fincanı kalbin aynasıdır derler” oluyor. Neyse masaya çıtı pıtı bir kız geliyor ve sevgilimin fincanına bakmaya başlıyor. O ufacık fincanda neler görüp neler anlatıyor inanamıyorum. Sevgilim ise ağzı açık dinlemeye devam ediyor. “Ay şurada potemkin zırhlısını görüyorum siz Rus ihtilalinde önemli rol oynayacaksınız” dese ona bile inanacak. Dört dakikalık fal sürecinde evimizi aldık, evlendik, çocuklarımız oldu, büyük bir işe girip battık, daha sonra başka bir iş ile yeni bir düzen kurduk ve tüm bunlar olurken sevgilim ile bir süreliğine ayrı kaldık. Nedeni ise onu aldatmam… neee aldatmam mı? Ben mi? Ya ben deli gibi seviyorum bu kadını, telvenin hangi kıvrımında beni gördün de yanıma bir de başka kadını ekledin. Ben sevgilime “hadi canım ordan” der gibi sırıttıkça o durumu daha da ciddiye alıp gözümün içine “söyle he başka birisi mi oldu yoksa? Söyle adi pislik…” der gibi bakıyordu. En sonunda dayanamayıp duruma müdahale ettim. “Bir dakika, biz sevgili değiliz sadece arkadaşız”. Falcı kız, “ben zaten sizin için değil sevgilisi için konuşuyorum” deyince “hehh bak gördün mü yalan hepsi” der gibi sevgilime baktım. O hala fal ile benim aramda kalıp “yalan mı bunlar, sana mı inanayım” der gibi mahzun mahzun bakıyordu. Falın sonunda kız, 1 den 5 e kadar bir sayı tutmasını söyledi ve tuttuğu sayıyı 4 deneme sonucunda bulabildi. Ben bile ikinci deneme sonunda sayıyı tahmin ettim. Hesap geliyor ve yuhhh 30 YTL mi. Kerameti 2 kahve ve bir de masaya servis yan sanayi medyum. Bu parayla Nişantaşı’nda yemek yerdik be.
Dışarı çıktığımızda önce gözlerimdeki sigara dumanı kalkıyor ve ardından nefes alıp sevgilime sarılıyorum. Sevgilim hala soğuk. “Aşkım ama yeter, baksana kız resmen ağzına ne gelirse söyledi, baksana tuttuğun sayıyı bile bulamadı” diyorum ve en sonunda o da ikna oluyor. Allahtan bir taksi buluyoruz ve hemen atlayıp evimize dönerken sevgilimden gelen teklif ile panik atağım tekrar yokluyor. “Aşkım yemekten sonra tekrar gelelim mi? Bence begüm, bir arka sokakta ki cafe yi tarif etti…”

10 Ekim 2010 Pazar

YATAKTA BAŞARININ SIRRI; “NEVRESİM” !

Cinsellik…
İktidar…
Viagra…
5 Posta…

Başlangıç itibari ile bakılınca 4. Satırda sevişeceğinizi zannettiğiniz bu yazı hiçte düşündüğünüz gibi değil. Üçüncü satır civarında herhangi bir değişiklik hissederseniz o da yazıyla alakalı değil…
Girişteki kelimeleri, tek tek ele alırsak bir erkeği tanımamıza yardımcı olur. Esasında biz erkekler o kadar da karmaşık bir yapıya sahip değiliz. İster atom mühendisi olsun, ister futbolcu, ister mimar, isterse ceo, plajda bikinili bir kadın görünce hepimiz 3 yaşındaki çocuklar gibi oluyoruz.  Cinsellik ve cinsel başarı, bir erkek için statü belirleyicidir. 40 yaşında, işsiz, hala ailesiyle yaşayan, dişlerinin 3 te 2 si çürük hatta ve hatta saçları seyrek birinin mahalledeki sarışını götürmesi, şampiyonlar ligi şampiyonu olmasına yeterlidir (böyle bir herifle beraber olan sarışının sağlıklı düşünemediği çok açıktır.)
Kadınların, Erkekler üzerinden etkisini tartışmak gibi bir düşüncem yok. Yıllardır şu tartışıldı durdu; erkek mi kadını tavlar, yoksa kadın mı erkeği.? Bu sorunun cevabı çok açıktır esasında. Evet dostlar bir erkek olarak ben de bunu çok düşündüm ve sorunun cevabı bence şudur; kadın erkeği tavlar… bu cevabı bulduğum anda düşündüğüm tek şey şu oldu; “ulan o Armani t-shirte boşuna mı 300 dolar verdim?”. O Armani t-shirte yapılan yatırım esasında herhangi bir gece şansım yaver giderse yalnız uyumamak için yapılan yatırımdır (tabi geceyi uyuyarak geçirmek isteyen varsa o da onun tercihidir). Genelde tüketim üstüne kurduğumuz kadın-erkek ilişkisine yaklaşımımız gayet basittir; “Sevişmek…”.  Herkes, bir sonraki sabah uyandığında kahvaltısını hazırlamış ve onu öpücüklerle iş yollayacak kadını arar ama kimse bunun için emek vermez. Herkes bakire Meryem gibi bir kadınla evlenmek ister ama kimse peder hayatı yaşamaz (esasında kapuçin rahipleri şık heriflerdir ama yinede o hayat yaşanmaz ya).

Bunun yanında Türk erkeğinin herhangi bir ilişkide ki  dominant tavrı da harikadır. Delikanlı sohbetlerinde hiçbir erkek kız arkadaşından fırça yediğini anlatmaz yada kız arkadaşının umrunda olmadığını, genelde her gece 6 kadınla yatıp ertesi gün de 4 kadınla daha randevusu olduğunu anlatır. En çok duyulan replik; “abi geçenlerde manitayla kapıştık, tam çakıcam ağzının ortasına, Yiğidim diye boynuma atlayıp özür diledi”. Erkeklerin bu fütursuz atış taliminde bir çok kez bulunmuş biri olarak daha sonra bu arkadaşları sevgilileri ile görünce sadece şu repliği tekrarladım; “kamil abi, kedi olmuşsun yengenin yanında”.
Mesela bir atasözümüz var ki, çocukken ilk duyduğumda evlilik kurumuna soğuk bakmama neden olmuştur. “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin”. İkisini aynı anda mı yapmalıydım? Daha hiç sevişmemiştim ama mahallede birçok çocukla kavga etmiştim. Dayak atabilirdim ama nasıl sevişecektim? Bu türlü sapkın bir sevişme olabilir mi? Nasıl bir sado mazo atamız varmış bizim ki, böyle bir laf etmiş? Şu konuya katılıyorum, bir kadın bir erkeği 4 saniye içinde delirtebilir (en kötü ihtimalle 4,7 saniye yapalım şunu) ama hem sıpa yapıp hem sopa atma fikri de enteresan bir fantazi kapısıdır.
Genel itibari ile sözün özü, cinsellikten daha özel bir şey varsa o da ilişki yaşamaktır. Tabiî ki ilişki dahilinde paylaşımcı olmak ve bazen de kadınlar gibi düşünmek gerekir. Bu cümlenin sonunda bir çok erkek bence şu sonucu çıkarttı ; “lan bu herif gay ya bırak Allanı seversen”. Bu tür bir cümle kurduysanız yanlış yönde aydınlanmışsınız (ve ayrıca, nasıl konuşuyorsunuz lan siz hee kimsiniz olum siz…).
Yani esas itibarı ile bir gecelik ilişkide ki başarı sadece ter idmanı sayılabilecek bir başarıdır, ama hayat boyunca sürecek mutluğu istiyorsak, ilişkiye sahip çıkmak ve her konuda paylaşımcı olmamız gerekir. Önemli olan yataktaki değil, hayattaki başarıysa eğer, her sabah yatak nevresimini o düzeltiyorsa, diğer köşesinden de biz çekiştirsek fena mı olur…

30 Eylül 2010 Perşembe

İSTANBUL TRAFİĞİNDE KONSER TELAŞESİ


Yaz geceleri istanbulun muhtelif yerlerinde son derece mükemmel konserler var. Sevgiliniz ile gidilen bu tür aktiviteler başlangıç ve son itibari ile aynı enerji ile başlayıp bitmiyor. Hele bir de konsere ulaşmak için trafik çekerseniz vay halinize.

            Sıcak bir yaz gecesi, maslakta bulunan konser alanına gitmek için sevgilimle arabama atladık. Arabam bile sevgilimin aldığı fazla kilolardan atlama sırasında sarsıntı geçirirken, o hala sıcak yaz gecesi bahanesi ile bulabildiği en dekolte elbiseyi giyip, “aşkım bak nasıl olduuuuumm ?” sorusunu bana yöneltebiliyordu. Doğru cevap belli, “biraz şişko oldunnnn”  demem lazım ama ya sabır çekerek direksiyona geçiyorum. Zaten kafamda bin tane tilki dolanıyor. Acaba konsere gitmesem de evde playstation mı oynasam, yada açardım bir dvd, alırdım patates cipslerimide ohh gel keyfim gel. İç dünyamdaki bu kargaşayı yüzümde gören sevgilimden gelen ”Aşkım ama bu konser için 4 aydır bekliyorum” cümlesi ile biletlere verdiğim 200 ytl gözümün önüne geliyor ve içimden bir şeyler kopuyor. Kafamda bunlar dönerken şişli civarında kilit bir trafiğe giriyoruz. Allahım bu trafikten nasıl çıkacağız derken yanımdan ok gibi geçen bir kurye motosikleti ile kendime geliyorum. Vücutta adrenalin patlaması yaşayıp olayı çözmek için sol aynama bakıyorum. Sol taraftaki ayna yola, sağ taraftaki ayna ise sevgilimin dudaklarına hizalanmış şekilde. Birkaç saniyelik boşlukta makyajını tazelemek için (taze olan şey neden tazelenir hiç anlamam) aynayı kendine çeviren sevgilim ve dolgun kıpkırmızı dudakları ile göz göze geliyoruz. “Ne var yani rujumu kontrol ettim…”. Rujun hala yerinde duruyor kontrol etmene gerek yok, bu arada sen kontrol etmemişsin, rujunla dudaklarını boğmuşsun. Aman o dudaklarla beni öpme diye içimden geçirirken, “Aşkımmm seni çok seviyorum…” diye sarılarak kocaman bir ruj katmanı yanakta kalacak şekilde öpücük alıyorum. Trafik biraz açılıyor ve tam hızlanmak üzereyken sevgilimden gelen feryat ile frene basıyorum…”ayyyy dikkat et adam varr”. Nerede? nerede adam var? nerede diye bakınırken, takriben 600 metre uzakta olan belli belirsiz seçebildiğim adamı görüyorum. “Ama aşkım hızlı gitsen ve adam yola fırlasa diye şey ettim ben” diyen bir kadınla ilişki yaşadığımı fark ediyorum. Allahım sabır ver. “Aşkım ama ödümü patlattın. baksana o adam bizden 3 uzay yılı uzaklıkta iken böyle bağırmanı anlamadım” demem ile “aman sende sanki çok iyi araba sürüyormuşsun gibi bir de bana espri yapıyorsun” cevabını almam flash gordonu bile kıskandıracak bir hızla gerçekleşiyor.

            Güç bela konser alanına gelip, arabayı da bir yere park ettikten sonra girişe geliyoruz ve tataaa. Pandoranın kutusu açılıyor ama içinden bizim biletlerimiz hariç her şey çıkıyor. Ruj, fondoten, pudra, mp3 çalar, anahtarlık (ucunda koala büyüklüğünde ayı bağlı olanından), telefon vs gibi 44 kalem ürünün arasında bir tek konser biletleri yok. 200 ytl verdiğim ama şu anda kapısında kaldığım konsere girmek için sevgilimin evde unuttuğu biletler. “Aşkım nasıl almazsın ee giremeyeceğiz şimdi” demem ile bugüne kadar duyduğum en parlak fikir geliyor, “ee aşkım 2 bilet daha alalım, nasıl olsa ötekilerin parasını bir şekilde iade ederler…”. Bir şekilde mi, bir şekilde mi, hangi şekilde? Öyle bir şekil yok. Ve geldik gecenin sonuna. Korkunç bir trafik, yüzümde katman katman ruj izi, gece boyunca çekiştirdiğim dekolteler, sinir bozucu bir konser ve gelecek ay ödemem gereken kredi kartımdaki 400 ytl lik konser ücreti ile sevgilim kolumda evimize dönüyoruz…